İnsan, nur-u îmân ile a'lâ-yı illiyyîne çıkar; Cennet'e lâyık bir kıymet alır. Ve zulmet-i küfür ile, esfel-i sâfilîne düşer; Cehennem'e ehil (olacak) bir vaziyete girer.
Yirmiüçüncü Söz
[Şu sözün iki mebhası vardır.]
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
لَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِى اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ ثُمَّ رَدَدْنَاهُ اَسْفَلَ سَافِلِينَ اِلاَّ الَّذِينَ اَمَنُوا وَ عَمِلُوا الصَّالِحَاتِ
BİRİNCİ MEBHAS
İmanın binler mehâsininden yalnız beşini "BEŞ NOKTA" içinde beyan ederiz.
BİRİNCİ NOKTA: İnsan, nur-u îmân ile a'lâ-yı illiyyîne çıkar; Cennet'e lâyık bir kıymet alır. Ve zulmet-i küfür ile, esfel-i sâfilîne düşer; Cehennem'e ehil (olacak) bir vaziyete girer. Çünki îmân, insanı Sâni'-i Zülcelâl'ine nisbet ediyor; îman, bir intisabdır. Öyle ise însan, îmân ile insanda tezahür eden san'at-ı İlahiye ve nukuş-u Esmâ-i Rabbâniye îtibariyle bir kıymet alır. Küfür, o nisbeti kat'eder. O kat'dan san'at-ı Rabbâniye gizlenir. Kıymeti dahi yalnız madde îtibariyle olur. Madde ise, hem fâniye, hem zâile, hem muvakkat bir hayât-ı hayvânî olduğundan, kıymeti hiç hükmündedir.
Bu sırrı bir temsil ile beyan edeceğiz. Meselâ: İnsanların san'atları içinde nasılki maddenin kıymeti ile san'atın kıymeti ayrı ayrıdır. Bâzan müsavi, bâzan madde daha kıymettar, bâzan oluyor ki; beş kuruşluk demir gibi bir maddede beş liralık bir san'at bulunuyor. Belki bâzan, antika olan bir san'at, bir milyon kıymeti aldığı halde, maddesi beş kuruşa da değmiyor.
İşte öyle antika bir san'at, antikacıların çarşısına gidilse, hârika-pişe ve pek eski hünerver san'atkârına nisbet ederek o san'atkârı yâd etmekle ve o san'atla teşhir edilse, bir milyon fiatla satılır. Eğer kaba demirciler çarşısına gidilse, beş kuruşluk bir demir bahasına alınabilir.
İşte insan, Cenâb-ı Hakk'ın böyle antika bir san'atıdır ve en nazik ve nâzenin bir mu'cize-i kudretidir ki; insanı, bütün esmâsının cilvesine mazhar ve nakışlarına medâr ve kâinata bir misâl-i mûsaggar sûretinde yaratmıştır.
Eğer nur-u îmân, içine girse, üstündeki bütün mânidar nakışlar, o ışıkla okunur. O mü'min, şuur ile okur. Ve o intisapla okutur. Yâni: «Sâni'-i Zülcelâl'in masnuuyum, mahlûkuyum, rahmet ve keremine mazharım» gibi mânâlarla İnsandaki san'at-ı Rabbâniye tezahür eder. Demek Sâniine intisabdan ibaret olan îman; insandaki bütün âsâr-ı san'atı izhar eder. İnsanın kıymeti, o san'at-ı Rabbâniyeye göre olur ve âyine-i Samedâniye itibariyledir. O halde şu ehemmiyetsiz olan insan, şu itibarla bütün mahlûkat üstünde bir muhatâb-ı İlâhî ve Cennet'e lâyık bir misafir-i Rabbanî olur.
Eğer kat'-ı intisaptan ibaret olan küfür, insanın içine girse; o vakit bütün o mânidar nukuş-u Esmâ-i İlâhiye karanlığa düşer, okunmaz. Zira Sâni' unutulsa, Sânia müteveccih mânevî cihetler de anlaşılmaz. Âdeta baş aşağı düşer. O mânidar âlî san'atların ve mânevî âlî nakışların çoğu gizlenir. Bâki kalan ve göz ile görülen bir kısmı ise; süflî esbaba ve tabiata ve tesadüfe verilip, nihayet sukut eder. Herbiri birer parlak elmas iken, birer sönük şişe olurlar. Ehemmiyeti yalnız madde-i hayvaniyeye bakar. Maddenin gayesi ve meyvesi ise; -dediğimiz gibi- kısacık bir ömürde hayvanatın en âcizi ve en muhtacı ve en kederlisi olduğu bir halde yalnız cüz'î bir hayat geçirmektir. Sonra tefessüh eder gider. İşte küfür, böyle mahiyet-i insâniyeyi yıkar, elmastan kömüre kalbeder.
İKİNCİ NOKTA: İman nasılki bir nurdur, insanı ışıklandırıyor, üstünde yazılan bütün mektûbât-ı Samedâniyeyi okutturuyor. Öyle de, kâinatı dahi ışıklandırıyor. Zaman-ı mâzi ve müstakbeli, zulümattan kurtarıyor. Şu sırrı, bir vâkıada
اَللَّهُ وَلِىُّ الَّذِينَ اَمَنُوا يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ âyet-i kerîmesinin bir sırrına dair gördüğüm bir temsil ile Beyân ederiz. Şöyle ki:
Bir vakıa-i hayâliyede gördüm ki: İki yüksek dağ var birbirine mukabil. Üstünde dehşetli bir köprü kurulmuş. Köprünün altında pek derin bir dere. Ben o köprünün üstünde bulunuyorum. Dünyayı da, her tarafı karanlık, kesif bir zulümat istilâ etmişti.
Ben sağ tarafıma baktım; nihayetsiz bir zulümat içinde bir mezar-ı ekber gördüm, yâni tahayyül ettim. Sol tarafıma baktım; müthiş zulümat dalgaları içinde azîm fırtınalar, dağdağalar, dâhiyeler hâzırlandığını görüyor gibi oldum. Köprünün altına baktım; gâyet derin bir uçurum görüyorum zannettim. Bu müthiş zulümata karşı sönük bir cep fenerim vardı. Onu istimâl ettim, yarım yamalak ışığıyla baktım. Pek müthiş bir vaziyet bana göründü. Hattâ önümdeki köprünün başında ve etrafında öyle müthiş ejderhalar, arslanlar, canavarlar göründü ki; keşke bu cep fenerim olmasa idi, bu dehşetleri görmese idim, dedim. O feneri hangi tarafa çevirdim ise, öyle dehşetler aldım. «Eyvâh! Şu fener, başıma belâdır» dedim. Ondan kızdım; o cep fenerini yere çarptım, kırdım. Güya onun kırılması, dünyayı ışıklandıran büyük elektrik lâmbasının düğmesine dokundum gibi birden o zulümat boşandı. Her taraf o lâmbanın nuru ile doldu. Her şeyin hakikatını gösterdi.
Baktım ki: O gördüğüm köprü, gâyet muntâzam yerde, ova içinde bir caddedir. Ve sağ tarafımda gördüğüm mezar-ı ekber; baştan başa güzel, yeşil bahçelerle nuranî insanların taht-ı riyâ setinde ibadet ve hizmet ve sohbet ve zikir meclisleri olduğunu farkettim. Ve sol tarafımda, fırtınalı, dağdağalı zannettiğim uçurumlar, şâhikalar ise; süslü, sevimli cazibedâr olan dağların arkalarında azîm bir ziyafetgâh, güzel bir seyrangâh, yüksek bir nüzhetgâh bulunduğunu hayal meyal gördüm. Ve o müdhiş canavarlar, ejderhalar zannettiğim mahlûklar ise, mûnis deve, öküz, koyun, keçi gibi hayvanat-ı ehliye olduğunu gördüm. اَلْحَمْدُلِلَّهِ عَلَنُورْالاٍيمَنَ diyerek اَللَّهُ وَلِىُّ الَّذِينَ اَمَنُوا يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ âyet-i kerimesini okudum, o vâkıadan ayıldım.
İşte o iki dağ; mebde-i hayat, âhir-i hayat.. yâni âlem-i arz ve âlem-i berzahtır. O köprü ise, hayat yoludur. O sağ taraf ise, geçmiş zamandır. Sol taraf ise, istikbaldir. O cep feneri ise, hodbin ve bildiğine îtimad eden ve vahy-i semâvîyi dinlemeyen enaniyet-i insâniyedir. O canavarlar zannolunan şeyler ise âlemin hâdisatı ve acip mahlûkatıdır.
İşte enaniyetine îtimad eden, zulümat-ı gaflete düşen, dalâlet karanlığına mübtelâ olan adam; o vâkıada evvelki halime benzer ki: O cep feneri hükmünde nâkıs ve dalalet-âlûd mâlûmât ile zaman-ı mâziyi, bir mezar-ı ekber Sûretinde ve adem-âlûd bir zulümat içinde görüyor. İstikbali, gâyet fırtınalı ve tesadüfe bağlı bir vahşetgâh gösterir. Hem herbirisi, bir Hakîm-i Rahîm'in birer memur-u müsahharı olan hâdisat ve mevcûdatı, muzır birer canavar hükmünde bildirir. وَالَّذِينَ كَفَرُوآ اَوْلِيَآؤُهُمُ الطَّاغُوتُ يُخْرِجُونَهُمْ مِنَ النُّورِ اِلَى الظُّلُمَاتِ hükmüne mazhar eder.
Eğer hidâyet-i İlahiye yetişse, îman kalbine girse, nefsin fir’avuniyeti kırılsa, Kitabullah'ı dinlese, o vâkıâda ikinci halime benzeyecek. O vakit birden kâinat bir gündüz rengini alır, nur-u İlâhî ile dolar. Âlem اَللَّهُ نُورُ السَّمَوَاتِ وَاْلاَرْضِ âyetini okur. O vakit zaman-ı mâzi, bir mezar-ı ekber değil, belki herbir asrı bir nebinin veya evliyanın taht-ı riyâ setinde vazife-i ubûdiyeti îfâ eden ervah-ı sâfiye cemâatlarının vazife-i hayatlarını bitirmekle «Allahu Ekber» diyerek makamat-ı âliyeye uçmalarını ve müstakbel tarafına geçmelerini kalb gözü ile görür.
Sol tarafına bakar ki; dağlar-misâl bâzı inkılâbat-ı berzahiye ve uhreviye arkalarında Cennet'in bağlarındaki saadet saraylarında kurulmuş bir ziyafet-i Rahmâniyeyi o nûr-u imân ile uzaktan uzağa fark eder. Ve fırtına ve zelzele, tâun gibi hâdiseleri, birer müsahhar memur bilir. Bahar fırtınası ve yağmur gibi hâdisatı; Sûreten hâşin, mânen çok lâtif hikmetlere medâr görüyor. Hattâ mevti, hayât-ı ebediyenin mukaddemesi ve kabri, saadet-i ebediyenin kapısı görüyor. Daha sâir cihetleri sen kıyas eyle. Hakikatı temsile tatbik et...
ÜÇÜNCÜ NOKTA: İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakikî îmânı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir. Ve îmânın kuvvetine göre hâdisatın tazyikatından kurtulabilir. «Tevekkeltü alallah» der, sefine-i hayatta Kemâl-i emniyetle hâdisâtın dağlarvârî dalgaları içinde seyran eder. Bütün ağırlıklarını Kadîr-i Mutlak'ın yed-i kudretine emanet eder, rahatla dünyadan geçer, berzahta istirahat eder. Sonra saadet-i ebediyeye girmek için Cennet'e uçabilir. Yoksa tevekkül etmezse, dünyanın ağırlıkları uçmasına değil, belki esfel-i sâfilîne çeker. Demek îmân tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktiza eder.
Fakat yanlış anlama. Tevekkül, esbabı bütün bütün reddetmek değildir. Belki esbabı dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek; esbaba teşebbüs ise, bir nevi dua-i fiilî telâkki ederek; müsebbebatı yalnız Cenâb-ı Hak'tan istemek ve neticeleri Ondan bilmek ve Ona minnettar olmaktan ibarettir.
Tevekkül eden ve etmeyenin misâlleri, şu hikâyeye benzer:
Vaktiyle iki adam hem bellerine, hem başlarına ağır yükler yüklenip, büyük bir sefineye bir bilet alıp girdiler. Birisi girer girmez yükünü gemiye bırakıp, üstünde oturup nezaret eder. Diğeri hem ahmak, hem mağrur olduğundan yükünü yere bırakmıyor.
Ona denildi: «Ağır yükünü gemiye bırakıp rahat et.»
O dedi: «Yok, ben bırakmayacağım. Belki zâyî' olur. Ben kuvvetliyim. Malımı, belimde ve başımda muhafaza edeceğim.»
Yine ona denildi: «Bizi ve sizi kaldıran şu emniyetli sefine-i Sultaniye daha kuvvetlidir. Daha ziyade iyi muhafaza eder. Belki başın döner, yükün ile beraber denize düşersin. Hem gittikçe kuvvetten düşersin. Şu bükülmüş belin, şu akılsız başın gittikçe ağırlaşan şu yüklere takat getiremeyecek. Kaptan dahi eğer seni bu halde görse, ya divânedir diye seni tardedecek. Ya haindir, gemimizi ittiham ediyor, bizimle istihza ediyor, hapis edilsin, diye emredecektir. Hem herkese maskara olursun. Çünkü ehl-i dikkat nazarında, za'fı gösteren tekebbürün ile, aczi gösteren gururun ile, riyâ yı ve zilleti gösteren tasannuun ile kendini halka mudhike yaptın. Herkes sana gülüyor.» denildikten sonra o bîçârenin aklı başına geldi. Yükünü yere koydu, üstünde oturdu. «Oh!.. Allah senden razı olsun. Zahmetten, hapisten, maskaralıktan kurtuldum.» dedi.
İşte ey tevekkülsüz insan! Sen de bu adam gibi aklını başına al, tevekkül et. Tâ bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisenin karşısında titremekten ve hodfüruşluktan ve maskaralıktan ve şekavet-i uhreviyeden ve tazyikat-ı dünyeviye hapsinden kurtulasın.
DÖRDÜNCÜ NOKTA: İman, insanı insan eder. Belki insanı sultan eder. Öyle ise, insanın vazife-i asliyesi, îmân ve duadır. Küfür, insanı gâyet âciz bir canavar hayvan eder.
Şu mes'elenin binler delillerinden yalnız hayvan ve insanın dünyaya gelmelerindeki farkları, o mes'eleye vâzıh bir delildir ve bir bürhân-ı kâtî'dır. Evet, insâniyet, îman ile insâniyyet olduğunu; insan ile hayvanın dünyaya gelişindeki farkları gösterir.
Çünkü: hayvan dünyaya geldiği vakit âdeta başka bir âlemde tekemmül etmiş gibi istidadına göre mükemmel olarak gelir, yâni gönderilir. Ya iki saatte, ya iki günde veya iki ayda, bütün şerait-i hayatiyesini ve kâinatla olan münasebetini ve kavanin-i hayatını öğrenir, meleke sahibi olur. İnsanın yirmi senede kazandığı iktidar-ı hayatiyeyi ve meleke-i ameliyeyi, yirmi günde serçe ve arı gibi bir hayvan tahsil eder, yâni ona ilham olunur. Demek hayvanın vazife-i asliyesi; taallümle tekemmül etmek değildir ve mârifet kesbetmekle terakki etmek değildir ve aczini göstermekle meded istemek, dua etmek değildir. Belki vazifesi; istidadına göre taammüldür, amel etmektir, ubûdiyet-i fiiliyedir.
İnsan ise dünyaya gelişinde her şeyi öğrenmeye muhtaç ve hayat kanunlarına câhil, hattâ yirmi senede tamamen şerait-i hayatı öğrenemiyor. Belki âhir-i ömrüne kadar öğrenmeye muhtaç, hem gâyet âciz ve zaîf bir Sûrette dünyaya gönderilip bir-iki senede ancak ayağa kalkabiliyor. Onbeş senede ancak zarar ve menfaatı farkeder. Hayat-ı beşeriyenin muavenetiyle, ancak menfaatlerini celp ve zararlardan sakınabilir.
Demek ki, insanın vazife-i fıtriyesi; taallümle tekemmüldür, dua ile ubûdiyyettir. Yâni: "Kimin merhametiyle böyle hakîmane idare olunuyorum? Kimin keremiyle böyle müşfikane terbiye olunuyorum? Nasıl birisinin lütuflarıyla böyle nazeninane besleniyorum ve idare ediliyorum?" bilmektir ve binden ancak birisine eli yetişemediği hâcâtına dair Kadı-ül Hâcât'a lisan-ı acz ve fakr ile yalvarmaktır ve istemek ve dua etmektir. Yâni aczin ve fakrın cenahlarıyla makam-ı a'lâ-yı ubudiyyete uçmaktır.
Demek insan bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. Mahiyet ve istidad itibariyle her şey ilme bağlıdır. Ve bütün ulûm-u hakikiyyenin esâsı ve madeni ve nuru ve ruhu; Mârifetullah’dır ve onun üss-ül esâsı da İman-ı Billah’dır.
Hem insan, nihayetsiz acziyle nihayetsiz beliyyata maruz ve hadsiz a'danın hücumuna mübtelâ ve nihayetsiz fakrıyla beraber nihayetsiz hâcâta giriftar ve nihayetsiz metâlibe muhtaç olduğundan, vazife-i asliye-i fıtriyesi, îmândan sonra «dua»dır. Dua ise, esâs-ı ubûdiyettir.
Nasıl bir çocuk, eli yetişmediği bir meramını, bir arzusunu elde etmek için, ya ağlar, ya ister. Yâni ya fiilî, ya kavli lisan-ı acziyle bir dua eder. Maksuduna muvaffak olur. Öyle de: İnsan bütün zihayat âlemi içinde nazik, nâzenin, nazdar bir çocuk hükmündedir. Rahmanürrahîm'in dergâhında; ya zaaf ve acziyle ağlamak veya fakr ve ihtiyacıyla dua etmek gerektir. Tâ ki, makasıdı ona musahhar olsun veya teshirin şükrünü eda etsin. Yoksa bir sinekten vaveylâ eden ahmak ve haylaz bir çocuk gibi; «Ben kuvvetimle bu kabil-i teshir olmayan ve bin derece ondan kuvvetli olan acib şeyleri teshir ediyorum ve fikir ve tedbirimle kendime itaat ettiriyorum.» deyip küfrân-ı nimete sapmak, insaniyetin fıtrat-ı asliyyesine zıd olduğu gibi, şiddetli bir azaba kendini müstahak eder.
BEŞİNCİ NOKTA: İman duayı bir vesile-i kat'iye olarak iktiza ettiği ve fıtrat-ı insâniyye, onu şiddetle istediği gibi; Cenâb-ı Hak dahi «Duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz var?» mealinde:
قُلْ مَا يَعْبَؤُا بِكُمْ رَبِّى لَوْلاَ دُعَآؤُكُمْ ferman ediyor.
Hem اُدْعُونِى اَسْتَجِبْ لَكُمْ emrediyor.
Eğer desen: «Bir çok defa dua ediyoruz, kabûl olmuyor. Halbuki, âyet umumîdir.. her duaya cevab var ifade ediyor.»
Elcevab: Cevab vermek ayrıdır, kabûl etmek ayrıdır. Her dua için cevab vermek var; fakat kabûl etmek, hem ayn-ı matlubu vermek Cenâb-ı Hakk'ın hikmetine tâbi'dir.
Meselâ: Hasta bir çocuk çağırır: «Ya Hekim! Bana bak.» Hekim: «Lebbeyk» der.. «Ne istersin cevap ver?» Çocuk: «Şu ilâcı ver bana» der. Hekim ise; ya aynen istediğini verir, yahut onun maslahatına binaen ondan daha iyisini verir, yahut hastalığına zarar olduğunu bilir, hiç vermez.
İşte Cenâb-ı Hak, Hakîm-i Mutlak hâzır, nâzır olduğu için, abdin duasına cevap verir. Vahşet ve kimsesizlik dehşetini, huzuruyla ve cevabıyla ünsiyete çevirir. Fakat insanın hevaperestane ve heveskârane tahakkümüyle değil, belki hikmet-i Rabbâniyenin iktizasıyla ya matlûbunu veya daha evlâsını verir veya hiç vermez.
Hem, dua bir ubûdiyyettir. Ubudiyyet ise semeratı uhreviyyedir. Dünyevî maksadlar ise, o nevi dua ve ibâdetin vakitleridir. O maksadlar, gayeleri değil. Meselâ: Yağmur namazı ve duası bir ibâdettir. Yağmursuzluk, o ibâdetin vaktidir. Yoksa o ibâdet ve o dua, yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyyet ile olsa; o dua, o ibâdet hâlis olmadığından kabûle lâyık olmaz. Nasılki güneşin gurubu, akşam namazının vaktidir. Hem Güneş'in ve Ay'ın tutulmaları, küsuf ve husuf namazları denilen iki ibâdet-i mahsusanın vakitleridir. Yâni gece ve gündüzün nuranî âyetlerinin nikablanmasıyla bir âzamet-i İlahiyeyi ilâna medâr olduğundan, Cenâb-ı Hak ibâdını o vakitte bir nevi ibâdete davet eder. Yoksa o namaz, (açılması ve ne kadar devam etmesi, müneccim hesabıyla muayyen olan) Ay ve Güneş'in husuf ve küsuflarının inkişafları için değildir.
Aynı onun gibi; yağmursuzluk dahi, yağmur namazının vaktidir. Ve beliyyelerin istilâsı ve muzır şeylerin tasallutu, Bâzı duaların evkât-ı mahsusalarıdır ki; insan o vakitlerde aczini anlar, dua ile niyaz ile Kadîr-i Mutlak'ın dergâhına iltica eder.
Eğer dua çok edildiği halde beliyyeler def ‘olunmazsa denilmeyecek ki: «Dua kabul olmadı.» Belki denilecek ki: «Duanın vakti, kazâ olmadı.» Eğer Cenâb-ı Hak fazl ve keremiyle belayı ref'etse -nurun alâ nur- o vakit dua vakti biter, kaza olur. Demek dua, bir sırr-ı ubudiyettir. Ubudiyyet ise, hâlisen livechillah olmalı. Yalnız aczini izhar edip, dua ile ona iltica etmeli. Rububiyyetine karışmamalı. Tedbiri ona bırakmalı. Hikmetine itimad etmeli. Rahmetini ittiham etmemeli.
Evet hakikat-ı halde âyât-ı beyyinâtın beyânıyla sâbit olan: Bütün mevcûdât, herbirisi birer mahsus tesbih ve birer husûsî ibâdet, birer has secde ettikleri gibi; bütün kâinattan dergâh-ı İlahiyeye giden, bir duadır.
Ya istidad lisaniyledir: -Bütün nebâtatın duaları gibi- ki; herbiri lisan-ı istidadıyla Feyyaz-ı Mutlak'tan bir Sûret taleb ediyorlar ve Esmâsına bir mazhariyyet-i münkeşife istiyorlar.
Veya ihtiyac-ı fıtrî lisanıyladır: -Bütün zîhayatın, iktidarları dâhilinde olmayan hâcât-ı zaruriyeleri için dualarıdır- ki; her birisi o ihtiyâc-ı fıtrî lisanıyla Cevvad-ı Mutlak'tan idame-i hayatları için bir nevi rızık hükmünde bazı metâlibi istiyorlar.
Veya lisan-ı ıztırarıyla bir duadır ki: Muztar kalan herbir zîruh; kat'î bir iltica ile dua eder, bir hâmi-i meçhulüne iltica eder, belki Rabb-ı Rahîm'ine teveccüh eder. Bu üç nevi dua, bir mâni olmazsa daima makbuldür.
Dördüncü nevi ki; -en meşhurudur- bizim duamızdır. Bu da iki kısımdır; Biri, fiilî ve hâlî; diğeri, kalbî ve kâlîdir.
Meselâ: Esbaba teşebbüs, bir dua-yı fiilîdir. Esbabın içtimaı; müsebbebi îcad etmek için değil, belki lisan-ı hal ile müsebbebi Cenâb-ı Hak'tan istemek için bir vaziyyet-i marziyye almaktır. Hattâ çift sürmek hazine-i rahmet kapısını çalmaktır. Bu nevi dua-yı fiilî, Cevvad-ı Mutlak'ın isim ve ünvanına müteveccih olduğundan, kabûle mazhariyyeti ekseriyyet-i mutlakadır. İkinci kısım; lisan ile kalb ile dua etmektir. Eli yetişmediği bir kısım metâlibi istemektir. Bunun en mühim ciheti, en güzel gayesi, en tatlı meyvesi şudur ki: «Dua eden adam anlar ki: Birisi var; onun hâtırât-ı kalbini işitir, herşeye eli yetişir, her bir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına meded eder.»
İşte ey âciz insan ve ey fakir beşer! Dua gibi hazine-i rahmetin anahtarı ve tükenmez bir kuvvetin medarı olan bir vesileyi elden bırakma, ona yapış, â'lâ-yı illiyyîn-i insâniyete çık. Bir sultan gibi bütün kâinatın dualarını, kendi duan içine al. Bir abd-i küllî ve bir vekil-i umumî gibi اِيَّاكَ نَسْتَعِينُ de. Kâinatın güzel bir takvimi ol.
* * *